Gözler büyülenmiş, akıl devreden çıkmış, hep aynı türkü söylenmektedir. Hikayeler yabancı, tertemiz gülme ve ağlamalar bile artık yoktur. Gerçeğin yerini suret almıştır.
Ne vakit efsunlandık, kendimizden geçtik de o derin uykuya daldık? Her zerremiz tatsız tuzsuz gece ile, o türkü ile örtülmüştür.
Sokakta, evde, okulda, camide… Minarelerde beş vakit okunan ezanın Bilal Habeşi’nin dilinden döküldüğüne nasıl oldu da kulaklarımızı tıkadık. Kürsülerde kanlı canlı Bedir’i, Medine’yi, insan Yunus’u, bir masal kitabı gibi okuduk. Kapağını kapadık, rafa kaldırdık.
Kılıçlar mızraklar gövdede tende, Malazgirt’te Sakarya’da, Kıbrıs’ta kelle koltukta, ay yıldızlı bayrağı nasıl yükselttiklerine gözlerimizi kapattık. Hatta, bugün elimize diken batı misal, konforumuz kaçtı ona üzüldük.
Çarşı pazarda paramızın, alın teriyle maharetle ve nasırlı ellerde değer aldığı gerçeğine karşı, bir küçük hevesimiz uğruna bunu gözden çıkardık.
Hararetle yanan sobamız karşısında ısınırken, odunsuz evlerde ninelerimizin nasıl üşüdüğünü, çamaşırımızı makinelerde yıkarken, susuz evlerde sürdükleri yaşamı, hatta bir tas soğuk suyu onların, nasıl muhabbetle yudumladıklarını, sadece küçük bi sohbet konusu olarak anabildik…
Okulun, eğitimin, bilginin değerini bilemedik. Türkçe Matematik Fen… Kara tahtada yazılanlar “harf ve sayı” değildi. Hiç hasta olmamışız gibi hekimliğin değerini belleyemedik. Her bir yanımız adaletle tesis edilmiş zannettik de Hukuka ihtiyaç duymadık. Deprem, sel görmemişiz gibi mühendisliği tanımadık…
Ne vakit başımıza bir hal gelse de irkilsek, uyanmaya dursak kulaklarımızda o gaflet türküsü bir “sebep” buluverdik. Onunla üzerini örttük uyuduk, uyuduk, uyuduk.
Sizce her a’nımızı “farkında” olarak yaşamak, merdivenleri ezber ile değil, bir bir “yorumlayarak” çıkmak hedefimizde olmalı değil mi idi?
Sağlık ve afiyetle kalınız.