Karadeniz sahil yolunda bir gece yolculuğu yapmışsınızdır belki…
Uzak tepelerde birbirlerinden uzak ve bazen yol boylarında öbek öbek… Artvin’de, Rize ‘de, yanıbaşımızda Ağasar ve Fol vadilerinden yaylalara çıkan gecenin kollarında, bir ateşböceği gibi yanıp sönen ışıkları; bir başına yanlız evleri seyreylemişsinizdir.
Yolda mıdır? Yoksa yolcuda mıdır bu ıssız gece? Kim bilebilir ki…
Kalabalıklar çoktan çekilmişken kendi dünyalarına, o yanıp sönen ışıklar: “Durun, daha ölmedim, o sancak düşmedi!” demektedirler.
O hane sahibi yiğit, atasından talim eylediği cümleler ile yaşar. Zorlu Karadeniz’in hırçın ve sert rüzgarına, ötelerden duyulan kalın seslere cevaplar arar. Tek başına ve ıssız bir adadaymışcasına sürekli ve sürekli çalışır.
Dünya zalim bir işgal ordusu gibi gelince üzerine: gönlüne; diline, kazarken tarlasını; beldemirine – kazmasına, denize atarken; ağına – saçmasına, işyerinde terazisinde, tamirhanesinde çekicine – murcuna… Alınteri eklediği duasına daha bir kuvvetle; daha bir yürekten sarılır.
Evinize giren her lokmada, iştiyakla talim yaptığınız mektepte; okuduğunuz kitapta, o sancağı tutan cesur yüreği – yiğidi hissedebilirsiniz.
Şu eylül akşamında, kendini yolcu hisseden hepimize, umudun tomurcuğu o hanelere; anadoluya gönülden bir selam durmak düşer.
Selam ile…