Çakarlı, resmi plakalı arabalar durunca evinin önünde, komşu teyzeler telaşla annesinin yanından aldılar onu. Uzaktan uzağa annesinin çığlıklara karışan ağıdını duydu…. Daha beş yaşlarındaydı.
…
Başlarken dersine şimdi, kutsal bir emanet olan babasının hayali, ansızın beliriveren yağmur bulutu gibi birdenbire ve karlı dağlar kadar asil ve onurlu bir hüzn ile sarıyordu bedenini.
Hüzün; ilk kalem ve defteri elinde, yorgunluk bastırınca, aklına düşüyordu en çok…
Unutmak mı?
Daha birkaç yıl önceki tahta beşikte sağa sola salınırken mavi boncukların sesini, üzerine düşmesin diye sıkıca bağlanan yörek bağının sızısını hissedebiliyordu ya bunu nasıl unutabilirdi ki, daha çok tazeydi.
Çocuktu, o yüzdendi bu hüzün; gözyaşı… Büyümeli, arılar ve karıncalar kadar güçlü olmalıydı. Bir arının; misal, hüzünlendiği ne zaman görülmüştü.
Öğretmenin öğrettiği çizgileri, sayıları, şekilleri birbirine eklemeli… Sonra kuşların, ağaçların isimlerini ve hikayelerini, ardından arabaların nasıl yürüdüğünü ve hızla koştuğunu, çırpmadan kanadını uçakların nasıl uçtuğunu öğrenmeliydi.
Büyümeliydi… Köprü olup azgın nehirlerden geçmeli, uçak olup ötelere kavuşmalı; doktor olup, polis olup, büyük insan olup hatta, o çığlıkları susturmalıydı.
Muhabbetle,
dersini çalışmaya başlamak için
kalemini alırken eline,
karmakarışık gibi görünen kainat,
sıraya dizildi,
karşısında
sustu.
Çığlıklar sakinleşti
sustu.